BU YAZIDA KENDİ ÖZÜNÜ KENDİ SOYUNU ve KENDİ GERÇEĞİNİ OKUYACAKSIN.

Yayınlama: 07.01.2023
313
A+
A-

Yavuz ZORBA

YAZIYOR

BU YAZIDA KENDİ ÖZÜNÜ KENDİ SOYUNU ve KENDİ GERÇEĞİNİ OKUYACAKSIN.

KONUYA BAŞLARKEN: Türk, Türk milleti, Türkiye ve Türklük kavramlarının doğuşunu tarihi seyir içinde günümüze kadar gelişini ele alarak “Mete Han’dan Atatürk’e Türklük Şuuru”nu ifade etmeye ve bugünkü gelişmelere ışık tutmaya çalışalım.

 

Türkler, dünyanın en eski ve en devamlı milletlerinden biri olup, aşağı yukarı beş bin yıllık bir tarihe sahiptirler. Türk tarihini, coğrafyasını ve Türklük dünyasını ele alırken, onu hem zaman ve hem de mekân bakımından diğer milletlerin tarihinden ayıran şu hususları göz önünde bulundurmak gerekir. Diğer milletler, bir arada ve sınırları belli bir toprak parçası üzerinde yaşadıkları halde, Türkler dağınık boylar halinde, bilinen dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşamışlar ve devletler kurmuşlardır. Bu bakımdan Türk tarihi denilince, tek bir topluluğun belirli bir yerdeki tarihi olarak değil, Türk ve özel adlarıyla anılan ve fakat hepsi Türklük şuuru içinde bulunan Türk zümrelerinin Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarında ortaya koydukları tarihlerin bütünü akla gelir.

 

İslâmiyet’ten önce Türkistan, İslâmî devirde Türkiye merkez olmak üzere; Çin, Hindistan, Afganistan, Horasan, Kafkasya, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Balkanlar gibi pek çok ülke Türklerin hâkimiyetine girmiştir.

 

Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar devamlılık ve bütünlük içinde olmak üzere: Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Harzemşahlar, Anadolu/Türkiye Selçukluları, Anadolu Türkmen Beylikleri, Osmanlılar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve diğer Türk Cumhuriyetleri Türk çizgisinin nirengi noktaları olarak, Türk tarihindeki yerlerini almışlardır.

 

İslâm öncesi devirde merkezi Türkistan olmak üzere, tarihi yazılı belgelere dayanan ve tarihte ilk modern ordu ve devlet anlayışını getiren Mete Han’ın MÖ 209’da kurduğu Büyük Hun Devleti ile yine ilk defa milli adımız olan Türk (cins isim olarak: güç, kuvvet; sıfat hâli: güçlü, kuvvetli) sözünü, millet ve devlet adı olarak kullanan Bumin Kağan’ın 552’de kurduğu Göktürkleri; İslâmiyet’ten sonra ise, Türklüğün en büyük varlık gösteren ve en parlak kolu olan Oğuz Türkmenlerinin kurdukları devletler olarak da; Sultan Tuğrul’un 1040’da istiklâle kavuşturduğu Büyük Selçuklular ile bunların yerine Asya, Afrika ve Avrupa toraklarında tarihin en büyük hizmet devleti haline gelen Osman Gâzi’nin 1299’da kurduğu Osmanlıları ve bu arada kurulan diğer Türk devletlerini hatırladığımız zaman; Türklüğün tek müstakil millî devleti olarak, Gâzi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından, ANKARA merkez olmak üzere, TÜRKİYE adı ve TÜRKLÜK şuuru ile 29 Ekim 1923’te kurulan, TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’nin yerini ve önemini ve millî varlığımızı ona borçlu olduğumuzu, ayyıldızlı albayrağımızın altında, bu kutsal vatanda yaşayan herkesin bir an bile aklından çıkarmaması gerekir.

 

Türklerin kutlu ülke saydıkları Ötüken havalisi merkez olmak üzere, Hun Devleti’nin başına, babası Teoman (Tu-man)’dan sonra geçen Mete (Mo-tun:Bağatur) Han, devleti ve ülkeyi düzene soktu. Moğol-Tunguz kabileler birliği Tung-huların toprak isteklerine: “Toprağın milletin ve devletin temeli olduğunu ve verilemeyeceğini” ifade ile savaşarak, hâkimiyetini kabul ettirdi. Çin’i yenerek vergiye bağladı. Gücünü dost-düşman herkese kabul ettiren Mete Han, o çağda Asya’da yaşayan Türk soyundan bütün toplulukları bir bayrak altında topladığını Çin’e yazdığı bir mektupta şöyle ifade etmiştir: “Eli ok ve yay tutan kavimlerin hepsi, Hun adı altında birleştiler ve Hunlar (Türkler) bir aile gibi oldular.”

 

Mete Han’dan sonra, Çin’in himayesine girip girmemeyi tartışan Hun devlet meclisinde; Hohanyeh’in Çin himayesini istemesine, şiddetle karşı çıkan Çiçi’nin sözlerini, MÖ 58’deki Çin yıllığı şöyle aktarır: “İstiklâle karşı hayranlık duymak ve tâbi olmayı yüz kızartıcı saymak bizim geleneğimizdir. Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi Çin ile uzlaşma pahasına fedâ edemeyiz”.

 

Mete Han ve Çiçi Han, belgelere geçen bu örnek davranışlarıyla, vatanın bütünlüğü ve kutsallığı; milletin birlik ve beraberliği; istiklâle ve hürriyete duyulan hayranlık konularında, günümüze ışık tutuyorlar ve bizlere ibret dersi veriyorlar.

 

Asya Hun Devleti’nden sonra, her bakımdan temsil ettiği Türk kültürü itibariyle ikinci cihanşumül Türk devleti olan Göktürkler, “Türk” sözünü ilk defa resmi devlet adı olarak kabul etmekle, bütün bir millete ad vermek şerefini kazanmış, Türk asıllı bütün toplulukları kendi hâkimiyetinde birleştirmiştir. Hakanlığın yıkılmasından sonra da bir yelpaze gibi açılarak dört tarafa yayılan çeşitli Türk zümreleri gittikleri yerlerde Türk ismini ve Göktürk edebî, idarî, siyasî, töre ve hayat telakkileri ve iktisadî geleneklerini yaşatmışlardır. Doğudan batıya; Türkistan, Maveraünnehr, Kuzey Hindistan, İran, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkanlar Göktürkler yoluyla Türk’tür ve Türklük şuuruna sahiptir.

 

Mete Han’dan 8 asır sonra Göktürk hakanı olan Mukan Kağan (553-572) Asya’yı yeniden Türk hâkimiyetine almıştır. Fakat Göktürk hakanlığı bu kağanın ölümünden sonra 582’de Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldı Doğu Göktürk Hakanı İşbara’nın 585’te Çin’e yazdığı şu mektupta, bir taraftan Çin’e muhtaç hâle geliş, diğer taraftan da Kağan’ın Türklük şuuru sergilenmektedir. “Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştiremem, uzun saçlarımızı kestiremem, halkıma Çinli elbise giydiremem, adetlerinizi, kanunlarınızı alamam. İmkân yoktur. Çünkü bu bakımlardan bütün milletim hassasiyetle çarpan tek kalbtir”. Batı Göktürk Hakanı Tardu Kağan (576-603), Bilge Kağan unvanıyla bir taraftan doğuya hâkimiyetini tanıtmaya çalışırken, diğer taraftan Bizans-Sasani anlaşmazlığından yararlanarak; Şehinşah Ormuzd IV. (Türkzade) zamanında İran işlerine karıştığı gibi, 598’de Bizans İmparatoruna “Dünyanın yedi ırkının büyük şefi ve yedi iklimin hükümdarı Hakan’dan Roma İmparatoru’na” diye mektup yazarak nüfuzunu ve Türk cihan hâkimiyeti ülküsünü ortaya koymuştur.

 

Tardu Kağan’dan sonra ülke yine karışmış ve taht kavgaları başlamış, Doğu Göktürkler gibi Batı Göktürkler de Çin’e tâbi olmuştur. Göktürk hakanlarının Türklük şuurundan uzak Çin’in birer memuru durumuna düştükleri 630-680 arası elli yıl, Göktürk Devleti ve Türk milleti için haysiyet kırıcı, utanç verici bir dönemdir. Hürriyetsiz ve istiklâlsiz yaşanılan bu dönemde, Türklük şuurundan yoksun kitabelerin ifadesiyle “Bey olmaya lâyık oğlun kul, hatun olmaya lâyık kızın cariye” olmuştur.

 

Göktürkleri bu felâkete sürükleyen sebepleri kitabeler: “Sonraki idarecilerin kifayetsizliği, milletin uygunsuz tutumu, kurnaz Çin siyaseti ve yıkıcı propaganda” olarak tespit etmiştir.

 

İstiklâlin ve hürriyetin kıymetini, onu kaybettikten sonra daha iyi anlayan Türkler, zaman zaman istiklâl arayışına girmişler ve Çin hâkimiyetinden kurtulmaya çalışmışlardır. Bu cümleden Kürşad ve arkadaşlarının 639’da yaptıkları gibi, birçok istiklâl ve hürriyet hareketi yapılmışsa da kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu hareketler, Türklük şuurunun yeniden uyanmasını, istiklâl ve hürriyet yolunda milli şuurun doğmasını sağlamıştır.

 

Göktürklerin bu elli yıllık fetret ve zillet devrinin sonunda Kutlug Kağan, İlteriş unvanıyla 681’de kutsal Ötüken merkez olmak üzere II. Göktürk Devleti’ni kurarak istiklâlini ilân etmiştir. Türklük şuuru içinde Türk birliğinin yeniden kurulduğu bu dönemde; veziri Tonyukuk, oğulları Kültegin ve Bilge Kağan tarafından Orhun Âbideleri de denilen Göktürk Kitabeleri, ilk kalıcı millî kaynaklarımız olarak yazılmış ve dikilmiştir. Bu kitabelerde: “Yukarıda mavi gök ve aşağıda kara toprak yaratıldıktan sonra, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış, insanoğlunun üzerine atalarım Bumin Kağan, İstemi Kağan hâkim olmuş, Türk devleti ve töresini kurmuşlar”. Kültegin kitabesinde: “Türk milleti yok olmasın, bir millet olsun diye, babam İlteriş Kağan ile anam İlbilge Hatun’u, Tanrı tepesinden tutmuş ve insanoğlunun üstüne çıkarmış” ifadelerinin ilki I. Göktürk, sonuncusu II. Göktürk Devleti’nin kuruluşunu anlatıyor.

 

Görülüyor ki; devlet, millet, töre, yer, gök ve kağan, Tanrı tarafından Türk milleti’ne verilen birer emanettir. Bu Tanrı emaneti olan değerlerin devamlılığına inancını Göktürk Hakanı Bilge Kağan şu sözlerle dile getirmiştir: “Yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yer delinmedikçe, ey Türk milleti, senin devletin ile töreni kim yok edebilir”. Kitabelerde “Türk Budun” yani Türk milleti ve “Türküm, budunum” sözleri pek çok yerde geçmektedir.

 

Hunlar, Göktürkler ve Uygurlarda var olan inanışa göre Tanrı, Türk milletinin koruyucusu olduğundan “Türk milletinin adı ve ünü yok olmasın diye” kağanlar göndererek İl (devlet) vermiştir. Bu sebeple Tanrı için “İl veren Tanrı” sözünü kullanmışlardır. Çünkü Türkler tek Tanrıya ve O’nun hâkimiyeti, kendilerine verdiğine samimiyetle inanmışlardır.

 

İslâmî Türk devletleri, Türk ve İslâm düşünce, gelenek ve teşkilatının birbiriyle kaynaşmasından doğan siyasi teşekküllerdir. Türklüklerini ve Müslümanlıklarını ananevi devlet kuruculuk kabiliyetleri sayesinde ahenkli bir şekilde uzlaştırmasını bilen Türkler, devleti o kadar sağlam temellere oturtmuşlardır ki, bu sistem yüzyıllar boyunca devam edip gitmiştir. İlk İslâm-Türk devleti olan Karahanlılar, Türklerin yoğun olduğu bir sahada kurulduğu için siyasi, içtimai ve hukuki yönden Türklüğü, dini açıdan da İslâmiyet’i temsil ettiğinden, Türk-İslâm cemiyet tipine doğru bir köprü vazifesini görmüştür. İslâmiyet’i ilk kabul eden Satuk Buğra Han’dan itibaren Müslüman isim ve lakaplar alınmaya başlamıştır. Yusuf Has Hacib’in ünlü eseri Kutadgu-Bilig’e göre, Karahanlılarda Türklük şuuru ağır basmaktadır. İlk Türk lügatini yazan Kaşgarlı Mahmud da, Türklük şuuru içinde Divan-ı Lügati’t-Türk’ünde: “Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin dairelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim kıldı; zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idaresini onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi; onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin -ayak takımının- şerrinden korudu; oklarının dokunmasından korunmak için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu; derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için, onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur; bir kimse kendi takımından ayrılıp da onlara sığınacak olursa, o takımın korkusundan kurtulur; bu adamla birlikte başkaları da sığınabilir” ifadeleriyle Türk, Türkler ve Türklük ile ilgili bilgi veriyor. Kaşgarlı Mahmud, Hz. Muhammed’den şu hadisi naklederek, Türkleri ve Türkçenin önemini vurgular: “Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır”. Ayrıca yine yüce Tanrı’nın “Benim Türk adını verdiğim ve şarkta yerleştirdiğim bir ordum vardır. Bir kavme gazaplandığım zaman, onları o kavim üzerine hâkim kılarım” buyurduğuna dair bir de kudsi hadis nakleder.

 

Büyük Selçuklu devrinde Tuğrul, Alparslan, Melikşah ve Sancar gibi sultanlar, Türk Cihan hâkimiyeti ülküsüne ulaşmışlardır. Sultan Alparslan, Bizans’a karşı Türklük-İslâmlık şuuru içinde 26 Ağustos 1071’de kazandığı Malazgirt Zaferi ile bir taraftan kendisinden önceki fetihleri tamamlamış, diğer taraftan da kendisinden sonraki fetihlere yön ve şekil vererek, Anadolu’nun ebedî bir Türk yurdu olmasını sağlamış ve Türkiye Tarihi’ni başlatmıştır.

 

Anadolu Selçukluları devrinde; Sultanlar bir taraftan Türk birliğini kurmaya çalışırken, diğer taraftan da Haçlılar ve Bizanslılara karşı ülkeyi koruyarak, yeni yeni fetihlerde bulunmuşlar, Akdeniz ve Karadeniz’e ulaşarak, fethettikleri yerleri maddi ve manevi yönden Türkleştirerek, vatanlaştırmışlardır. Bundan dolayıdır ki, Anadolu Selçuklu sultanlarından I. Mesud (1116-1156) döneminde fetihlerle Türkleşen Anadolu, Batılılarca Türkler’in yurdu anlamında “Türkiye” olarak adlandırılmış ve Sultan II. Kılıçarslan’ın Bizans’a karşı kazandığı 1176 tarihli Miryokefalon Zaferiyle de bu isim teyit edilmiştir.

 

Anadolu Selçuklu topraklarında kurulan Türkmen beylikleriyle Anadolu Türklüğü yeniden canlanmış ve Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından Türkçe resmi dil olarak ilan edilmiştir.

 

Türkiye Selçukluları topraklarında kurularak; Osman Gazi ile “Beylik”, Yıldırım Bayezid ile “Sultanlık”, Fatih Sultan Mehmed ile “İmparatorluk”, Yavuz Sultan Selim ile “Sultanlık-Halifelik” olan Osmanlılar; Fatih’le Karadeniz’i; Kanuni Sultan Süleyman ile Akdeniz’i birer “Türk Gölü” haline getirerek Türk cihan hâkimiyeti ülküsüne ulaşmışlardır. Avrupa devletleri üzerinde hâkimiyet kurdukları XVI. yüzyıla “Türk Yüzyılı” denilmiştir. Osmanlılar bu yüzyılda her alanda bütün dünyanın dikkatini çeken bir “Süper Devlet” idi. Osmanlı devrinde “İslam” adı, Batılılar tarafından “Türk” adı ile aynı manada kullanılmıştır.

 

Ancak ne var ki zamanla Selçuklu ve Osmanlı devletlerini kuran Türk unsuru, adeta kendi devleti sınırları içinde bir azınlık durumuna düşürülmüş, itilmiş, kakılmıştır. Aydınlar ve idareciler, Osmanlı Devleti’nin parçalanacağı korkusuyla “Türk”, “Türklük” ve “Türk milleti” hatta “Türkiye” sözlerini kullanmaktan ve milli benliklerini açıkça savunmaktan çekinmişlerdir. Osmanlı aydınlarının sözü edilen kelimeleri kullanmaktan nasıl çekindiklerini Ömer Seyfeddin şöyle açıklar: “Türk, Türkler, Türklük, Türkiye kelimeleri ağza alınmıyor, hatta en muktedir muharrirler Memâlik-i Osmaniye’ye Avrupalıların “Türkiye” demesine kızıyorlardı!”

 

Buna karşılık, imparatorluk idaresindeki Türk olmayan unsurların istiklal hevesine kapılarak, devleti yıkıp, ülkeyi parçalamaya yönelmeleri üzerine, bazı Türk şair ve düşünürlerin Türkçülük akımını bir devlet doktrini olarak ortaya attıklarını biliyoruz.

 

Tanzimat Dönemi yazarlarından Muallim Naci’nin:

 

Türk olan nimetşinas olmak gerek,

Ben ki bir Türk’üm unutmam Caber’i.

Said Bey’in:

Biz ki Türk’üz, bize Türkî gerektir,

Bunu anlamayan cahil demektir.

Abdülhak Hamid Tarhan’ın:

Sen Türk adını anarken biraz eğil,

Türk’ün sebeb-i sükûtu Türk olması değil.

Mehmet Emin Yurdakul’un:

Ben bir Türk’üm, dinim cinsim uludur,

Sinem, özüm ateş ile doludur,

İnsan olan vatanının kuludur,

Türk evladı evde durmaz, giderim.

Tevfik Fikret’in:

Millet yoludur, hakk yoludur tuttuğumuz yol;

Ey hakk, yaşa; ey sevgili millet, yaşa… var ol!

Ziya Gökalp’in:

Sorma bana oymağımı boyumu,

Beş bin yıldır millet gibi yaşarım,

Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,

Türk’üm, bu ad her unvanda üstündür.

 

mısraları, Türk milletinin dilinde, huduttan hududa yankı yapmış ve milli heyecan uyandırmıştır. Bu milli heyecan, Türk milletinin sinesinden yeni yeni yazarlar, hatipler, sözcüler, idareciler çıkarmış ve Türk Ocakları ile Türk Dernekleri’nin kurulmasına yol açmıştır.

 

Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık gibi akımların yanında en çekingen bir şekilde ortaya çıkmış olan Türkçülük akımı, büyük Türk düşünürü Ziya Gökalp tarafından sosyolojik bir metotla ele alınarak, bir sistem haline getirilmiş; “millet”, “milli kültür”, “medeniyet” ve “milli ülkü” gibi mefhumlar ilmi usullerle incelenmiş ve Türk kamuoyuna “Türkçülüğün Esasları” isimli eseriyle sunulmuştur. Gökalp, 12 Temmuz 1917 tarihli “Kavm” adlı şiirinde, hem devlet hem de millet kavramlarını bugün geçerli olan: “Türkiye devletim, Türklük milletim” adlarıyla anmıştır.

 

Osmanlı İmparatorluğu içindeki diğer kavimler, hızla milli şuurlarına kavuşurlarken, Türk milletinin milli uyanışta gecikmesinin, ne kadar acı sonuçlar verdiğini, devletimizin kurucusu büyük Atatürk, şu sözleriyle dile getirmiştir: “Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız… Çünkü tarih, hadiseler ve müşahedeler her zaman insanlar ve milletler arasında, milliyetin daima hâkim olduğunu göstermiştir. Özellikle bizim milletimiz, milliyetini bilmezlikten gelişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dâhilindeki çeşitli kavimler, hep bu inançlara sarılarak, milliyet idealinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda, bizi tahkir ettiler, aşağıladılar. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki, milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin avıdır”.

 

Bu görüşlerden hareketle bir milliyetçilik doktrini olan Türkçülük akımı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün idaresinde Türk milliyetçiğine dönüşerek Türk İstiklal Mücadelesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel fikri haline gelmiştir.

 

Fransız İhtilali’nden bu yana yayılan milliyet fikirleri, Türk olmayan unsurları bizden ayırmış; devletin en zor ve yıpratıcı ana işleri olan toprak ve harp ile uğraşan ve bu sebepten dolayı hep sarayın dışında kalan Türkler de, elbette kanlarıyla vatanlaştırdıkları bu topraklarda, geç de olsa, kendi milliyetlerinin davasını gütmüşler, başta milli hareketimizin lideri Atatürk olmak üzere, milli mücadelemizi hazırlayan ve yürütenler, bu idealden hareketle başarıya ulaşmışlardır.

 

Modern devlet olmanın esasları olan; millet, vatan, teşkilat, istiklal, hâkimiyet kavramlarını kafasında ve gönlünde yaşatan Mustafa Kemal Atatürk, tarihi seyir içinde yaşanılan bütün felaketlerin, Türk milletinin görüş, düşünüş ve telakkilerinde meydana getirdiği değişikliklerin “kendi mukadderatını yine kendisinin tayin edeceğine” inanarak, bilgisi ve cesaretiyle, sözü edilen devlet olma esaslarını, millete mal ederek; Türk milletinin, Türk vatanında, Türk teşkilatını kurmasını, Türk istiklalini kazanıp, Türk hâkimiyetini tanıtmasını sağlamış; hanedan hâkimiyetini terk ederek, millet hâkimiyetine dayanan ve Türk milletinin ruhuna uygun bir rejim olan cumhuriyeti kurmuş ve bizlere muasır medeniyet ve milli kültür yolunda yeni yeni ufuklar açmıştır.

 

Mondros Mütarekesi’nin ağır hükümleri ile devletin siyasi istiklali sona ermiş, Türk vatanı işgal edilmiş ve Türk milleti esaret altına alınmıştır. Bu durum karsısında yorgun, bitkin ve kaynakları tükenmiş zan­nedilen Türk milleti, istiklali uğruna, milli ve manevi gücünü yeniden ortaya koyarak, vatanına ve hürriyetine göz dikenlerle mücadeleye karar vermiştir. Bu tarihi kararın alınmasına öncülük eden Mustafa Kemal Pa­şa ve aynı gayede birleşen silah ve dava arkadaşlarının, millet ve vatanseverlerin müşterek dayanakları Türk milletinin milli ve manevi kaynakları olmuştur. Osmanlı Devleti’nin ömrünü tamamladığına, memleketlerinin parçalandığını, ortada bir avuç Türkün barındığı bir anayurt kaldığını, bunun da paylaşılması meselesinin ortaya atılmış olduğunu ifade eden Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı Hükümeti’ne çok açık bir dille istiklal hareketinin milli birliğe, milli hâkimiyete ve Türk milliyetçiliği fikrine dayanacağını bildirmiş; tek çıkar yolun “Türk milletinin hâkimiyetine dayanan kayıtsız şartsız yeni bir Türk Devleti’ni kurmak” olduğunu tespit etmiştir. Bu tespit ve milli kararın dayandığı en sağlam nokta, Mustafa Kemal Paşa’ya göre; haysiyet, şeref ve izzeti nefsine düşkün olan Türk milletinin, milli varlığı ve istiklali uğruna göstermeyeceği kudret ve fedakârlık yoktur. Türk anayurduna ve Türkün istiklaline tecavüz edenler kimler olurlarsa olsunlar, onlara fikirle ve silahla karşı koymak, savaşmak ve bu suretle ya istiklal ya da uğrunda şerefli bir ölüme kavuşmak[8] olarak ifade edilmiştir.

 

“Ben 1919 yılının Mayıs’ında Samsun’a çıktığım gün elimde hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek manevi bir kuvvet vardı. İşte ben, bu milli kuvvete ve Türk milletine güvenerek işe başladım” diyen Atatürk, vazifesi gereği Samsun’daki durumu bir raporla İstanbul’a bildirmiştir. Türk Milli Mü­cadele Hareketi’nin 22 Mayıs 1919 tarihli bu resmi belgesinde Atatürk; “Türklüğün yabancı himayesine tahammülü olmadığını” ifade ettikten sonra şu cümleyi ekliyor: “Millet birlik olup, hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu hedef tutmuştur”.

 

Görülüyor ki, Mustafa Kemal Paşa’nın Osmanlı Hükümeti’ne yazmış olduğu bu resmi belgede; Türk İstiklal Hareketi’nin milli birliğe, milli hâkimiyete ve Türk milliyetçiliği fikrine dayanacağı çok açık bir şekilde ifade edilmiş olmakla, Milli Mücadele hareketimizdeki Türklük şuurunun yeri ve önemi gözler önüne serilmiş ve milletimiz gaflet uykusundan uyan­dırılarak, gönüllerde istiklal ateşi tutuşturulmuştur.

 

Mütareke yıllarında, mahalli kurtuluş çareleri arayanlar ile Osmanlı Devleti’nden tamamen ayrılarak İngiliz himayesi ve Amerikan mandasına girmek isteyenler karşısında Mustafa Kemal Paşa, bu temel görüşlerin­den hareketle; 1) Yurt bütünlüğünde birlik, 2) Demokratik esasa dayanan milli hâkimiyet, 3) Milli benliği kuvvetlendirecek Türklük duygusu gibi esasları tespit etmiş ve tatbik etmek için de hemen faaliyete geçmiştir.

 

Mustafa Kemal Paşa, 23 Mayıs 1919’da uğradığı Havza’da Türk milletine hitaben: “Hiç bir, zaman ümitsiz olmayacağız, çalışacağız ve mem­leketi kurtaracağız” diyerek, vatanımızı iç ve dış düşmanlara karşı koru­maya davet etmiştir. Havza’dan mülki amirlere ve komutanlara gönder­miş olduğu bildiriyle, işgal hareketlerine karşı milli gösteriler yapılma­sını ve bu gösterilerin kamuoyuna duyurulmasını istemiştir.

 

Bütün bu hareket ve davranışlarıyla Atatürk, milletimizde Türklük şuurunu canlandırmaya ve milli mücadelesini vermeye gayret göstermiştir.

 

Birinci Cihan Harbi’ni sona erdiren mütarekeleri barış andlaşmasına çevirmek üzere 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’nda, Damat Ferid Hükümeti’nin İtilâf Devletleri’nden birinin himayesini kabul edecekmiş gibi beyanlarda bulunması üzerine; Mustafa Kemal Paşa, 3 Haziran 1919 tarihinde vali ve komutanlıklara gönderdiği genelge ile adı geçenkonferansta: “Devlet ve milletin tam istiklali ile asıl vatanda ço­ğunluğun azlığa feda edilmemesi” hususlarının savunulmasını istemiştir. Görülüyor ki, Mustafa Kemal ve dava arkadaşları Türk Devleti’nin ve Türk milleti’nin tam istiklale kavuşması yolunda Türk milliyetçiliği ve milli hâ­kimiyet esasını benimsemişler, Türklük şuurunu milli heyecan haline ge­tirmek için de Cumhuriyet tarihimize Amasya Tamimi adıyla geçen tarihi belgeyi kaleme alarak, Türk milli vicdanını iç ve dış düşmanlara karşı mücadeleye davet etmişlerdir.

 

Bu millî davete uyan Türk milleti, Türklük şuuru içinde ülkenin her tarafında toplantı, protesto ve mitinglerle din, vatan, millet ve hürriyet gibi ortak değerler etrafında toplanmış ve milli heyecanını canlı tutma­ya çalışmıştır. “Kuvayı Milliye’yi amil ve iradeyi milliyeyi hâkim kılmak” esasını kabul eden Erzurum Kongresi, seçtiği Temsil Heyeti ile Anadolu’da milli bir hükümet kurma yolunda Türk milletinin niyet ve azmini ortaya koy­muştur. Böylece, vatan ve istiklalin, korunması için Türk milleti, Atatürk’ün idaresinde, Türklük şuuru etrafında toplanmış ve mücadele­ye karar vermiştir. Türk Milli Mücadele Hareketi’ni sevk ve idare edecek olan Temsil Heyeti, Sivas Kongresi ile yeniden gözden geçirilmiş ve bundan böyle Türk milleti adına en yetkili organın bu heyet olduğu, ilgili makamla­ra duyurulmuştur.[14]

 

Heyet-i Temsiliye ile İstanbul Hükümeti’nin vardıkları karar gere­ğince, toplanan Osmanlı Mebuslar Meclisi, 28 Ocak 1920 tarihli gizli otu­rumunda, Türk milli vicdanının işgal kuvvetlerine karşı Türklük şuuru içinde bir ayaklanış belgesi olan Misak-ı Milli’yi kabul etmiştir. Misak-ı Milli’yi kabul eden Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin dağıtılması ve bütün milliyetçilerin tutuklanıp, Malta’ya sürülmesi üzerine, fikri yapısı, kuruluş şekli ve kendisine tanıdığı hak ve yetkiler bakımından büyük bir inkılâp kuruluşu olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanmış ve böylece Türk İstiklal Mücadelesi’nin ha­zırlık safhası tamamlanmış ve harp safhasına geçilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün idaresinde “Kuvâyı Milliye” ve “Düzenli Ordu” dönemleri olmak üzere iki safhada tamamlanan İstiklal Harbimiz, arz etmeye çalıştığım Türklük şuuru ile zafere ulaşmış ve bu şuur üzerine Cumhu­riyetimiz kurulmuştur.

 

Atatürk, Türkiye cumhuriyeti, Türkiye halkı, Türk milleti kavramlarını kendi el yazısıyla “Millet” başlığı altında şöyle tanımlamıştır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”. Bu tanımını da, hiçbir yoruma meydan vermemek için tarihi seyir içinde ayrıntılı bir şekilde açıklamıştır. Bunlardan sadece bugün çok tartışılan bir bölümü (B), aynen aktaralım. “Bugünkü Türk milleti siyasî ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, -birkaç düşman aleti, mürteci, beyinsizden maada- hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar, ayrı ve kesretli cemiyetlere malik olduklarını iddia etmiş ve bu yüzden Türklerle birleşip bir millet teşkil etmemiş olan Araplar -hem de dinlerini kabul ettiğimiz halde- acaba bugünkü esaretlerinden memnun mudurlar.

 

Atatürk’e göre, bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü şu olmalıdır: “Benim Türk milletine, Türk Cumhuriyeti’ne, Türklüğün geleceğine ait görevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de, sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz. Bu sözler bir kişinin değil, Türk milletinin duygusunun ifadesidir. Bunu her Türk, bir parola gibi kendisinden sonrakilere devamlı tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedi olduğunu göstermelidir. Yüksel Türk, senin için yüksekliğinin sınırı yoktur. İşte parola budur”.

 

“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyla meşbu olursa, o camiaya istinat eden Cumhuriyet de kuvvetli olur…”.

 

Türk milletinin oluşması ve Türklük şuurunun canlı kalması için Türk dili ve tarihinde taşıdığı önemi büyük Atatürk: “Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır… Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz badireler içinde ahlakının, geleneklerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısaca bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir… Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin, milli ve zengin olması, milli şuurun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır… Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır… Milli şuurun ayakta kalabilmesi için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz”. “Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tedkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” sözleriyle dile getirmiş ve bunun için de derhal Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunu kurmuş ve bizlere de görevler yüklemiştir.

 

Görülüyor ki, Mete’den Atatürk’e Türklük şuuru; Türk adı altında hiçbir fark gözetmeksizin bütün boyları ve toplulukları birleştirmektir. Millî birlik ve beraberliktir. İçeride ve dışarıda barışı sağlamaktır. Her “zor ve kötü günde” başvurulan elle tutulmayan, gözle görülmeyen ve fakat bir vatan kurtarma ve devlet kurma anlayışıdır. Yazılara, yasalara sığmayan, yazılarla yasalarla korunmaya ihtiyacı olmayan ve hiçbir zaman kaybolmayan, Türk milletinin gönlünde, kalbinde, zihninde yaşayan ve gerektiğinde ortaya çıkan bir millî bilinçtir. Dünden bugüne bu millî bilinç sayıları yüzü aşan devletler kurdurmuş, Türk milletini zaferden zafere koşturmuş, düşmanlarına korku, dostlarına gurur ve güven verdirmiş; Kültegin ve Bilge Kağan’a abideler diktirmiş, Yusuf Has Hacib ve Kaşgarlı Mahmud’a eserler yazdırmış, Sultan Alparslan’a Anadolu’yu kazandırmış, Sultan II. Kılıçarslan’a kazanılan vatanı savundurtmuş, Fatih Sultan Mehmed’e İstanbul’u fethettirmiş, Yavuz Sultan Selim ile Halifeliği getirtmiş, Sultan Süleyman’ı Kanuni ve Muhteşem yaptırmış, Mustafa Kemal’e “Çanakkale geçilmez” dedirtmiş, Sakarya ve Başkumandanlık Zaferleriyle vatan ve millet bütünlüğünü sağlatmış ve demokratik-parlamenter bir rejim olan Cumhuriyeti kurdurmuş, Büyük Nutku verdirmiş ve Türk milletini çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarma yoluna sokmuştur.

 

Bende MÜSLÜMAN ve TÜRK OLMAKTAN GURURLUYUM…

 

Sonuç olarak: “Benim hayatta tek öğünç kaynağım, servetim Türklükten ve Müslümanlıktan başka bir şey değildir.” diyen ve Türk kelimesini söylemekten büyük bir zevk duyan büyük Atatürk’ün onuncu yıl nutkundan günümüze de ışık tutan alıntılarla yazımızı bitirelim: “Türk milleti! Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim… Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Türk milleti milli birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir… Bugün, aynı inanç ve kesinlikle söylüyorum ki, milli ideale tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni dünya, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesiyle, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır…

SELAM ve DUALARIMLA

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 2 Yorum
  1. Mesut Gülşen dedi ki:

    Süper faydalı bilgiler ile tekrar anladık ki iyiki Türk iyiki Müslüman Türk olmuşuz Allah cc a ne kadar şükretsek az…

  2. Osman BALKAN dedi ki:

    Müthiş bir yazı. Çok detaylı bir araştırmanın sonucu. Kalemine sağlık